Korku ve Güven
Karanlık korkusunu hiçbir zaman üzerimden atamadım. Gecenin bir ortasında uyandığımda sokaktan geçen bir arabanın farından gelen ışık hüzmesinin duvarda sebep olduğu küçük gölge oyunlarını gözümün ucuyla fark ettiysem, emin olmak için kalkar bir şey olup olmadığını mutlaka kontrol ederim. Tabi bunu korkarak yaparım. Korkum defalarca boşa çıkmıştır ama yine de dayanamam, kalkar perdeyi şöyle bir sallarım. Geçmişte eve uyurken hırsız girmiş olmasının bende bıraktığı izlerden biri, biliyorum. Uyandığımda pencerenin önünden geçen hırsızın gölgesini hatırlıyorum. Biz uyurken içeride dolaşmış. Eline geçen eşyaların bazılarını almış, bazılarını bırakmış. İnsan böyle bir anda ne yapacağını bilemiyor. Şimdi ise buzdolabı tıkırtısına bile uyanıyorum, sonra bir araba geçiyor ve yürüyen gölge. Kalk kontrol et. Dön yat.
Artık rutine binmiş olan bu davranışımın arkasında yalnızca o hırsızlık vakası yok. Olayın ardından gelen temkinli davranma güdüsünün yarattığı alışkanlıklar, bu alışkanlıkların getirdiği güven ve bu güvenin doğurduğu rahatlık. Bir yandan “O neydi ya öyle?!” diyorum, diğer yandan artık ezberlediğim kontrol listesinin üzerinden geçiyorum:
- ✓ Pencereler kapalı
- ✓ Kapı kilitli
- ✓ Tıkırtı buzdolabından, o kesin
- ! Bi’ dakka kapıyı kilitledim mi?
- ✓ Evet evet, iki kere kilitlemiştim
Ve nihayet rahatlama: “Arabadır ya”.
İki tane ben var gibi. Bir tanesi korkup dürten çocuk, diğeri tamam sorun yok diyen baba. Uykudan yeni uyanmış olan birine kıyasla kalbim hızlı çarpıyor ama beynim sakin. Sanki bir zaman sonra alışkanlıklar korkuları yönetmeyi öğreniyor. Korkular da alışkanlıkları diri tutuyor ve bir denge oturuyor.
Yaşadığım herhangi bir şeyin benliğimde yer ederken izlediği yol az çok belli. Önce deneyimin kendisi fotoğrafa benzer bir iz bırakıyor. Ham hali ile yorumsuz bir iz. Bunu olayın bende bıraktığı duygular takip ediyor. Son olarak yapabilirsem durumu düşünüp değerlendiriyorum. Mevcut veya yeni tasarımlar ile deneyimi ve duygularımı tanımlıyorum. Böylece o deneyim, duygusuyla ve düşüncesiyle benliğimde bir yere oturmuş oluyor. Olur da düşünecek alanı açamazsam, deneyim yalnızca duygularla yer ediyor.
Duygu ne kadar yoğunsa, onu sindirmek için ihtiyaç duyduğum zaman da o kadar uzun sürüyor. Duygu yoğunluğu içindeyken düşünmek hiç kolay değil. Kendimi kandırıp sakinleştiğimi iddia ettiğim zamanlar da oluyor tabi ama bu tehlikeli bir durum. Böyle olduğunda duygu, özellikle de korku, sinsi bir şekilde düşüncelerime hükmediyor. Korkunun baskısı altındaki düşünme yetim yaşadıklarımı tasarlamaktan aciz, yalnızca bir meşrulaştırma mekanizması olmaya sıkışıyor. Olanların olmak zorunda olduğu, yapılabilecek hiçbir şeyin zaten olmadığı, gelecekte tekrar etmesinin yüksek ihtimali, engellemek için elimden hiçbir şeyin gelmeyeceği.
Korku bir kez hükmetmeye başladığında ne yaşarsam yaşayayım, o kendi tahtını mutlaka sağlamlaştırıyor. Hırsızlık vakası gibi kötü bir şey ise tekrarlanmasından korkuyorum. Birine aşık olduysam bu kez de kaybetmekten korkuyorum. Kaybetme korkusu ilişkinin seyrini olumsuz etkiliyor ve sonunda gerçekten kaybediyorum. Kendini gerçekleyen kehanetlerle dolu bir hayata sıkışmak istemiyorum. Kısır döngünün içinden herkes gibi ben de çıkmak istiyorum. Korkunun tahakkümünü yenmek zorundayım.
Birey olarak benliğimde oluşan duygulara paralel bir şekilde toplum olarak da korkunun tahakkümünü görebiliyorum. Geleceği korkunun tayin etmesi toplum üzerinde de pekala gözlemlenebiliyor. Depremin yarattığı çaresizlik ve korkuyu düşününce bunu hayal etmek çok zor gelmiyor. Tekrar gerçekleşme olasılığı üzerinden toplumun kontrolsüz bir şekilde nasıl savrulabildiğine bakıyorum, sanki gelecek hayalleri tamamen korkuyla şekilleniyor. Şekilleniyor ama bir duygunun geleceği şekillendirebilmesi fikri de kulağıma biraz tuhaf geliyor. Burada bir tutarsızlık var. “Korkuyla şekilleniyor” demek bir duygunun tasarım kabiliyeti var demektir. Oysa düşünce olmadan tasarım mümkün olamaz. Korku mutlak bir tahakkümdeyken bile sanki düşünceye bir kapı aralanıyor. İlginç bir şekilde tehlikeli olarak nitelediğim duygunun düşünceye hükmetmesi durumu, aynı zamanda çıkış kapısının kendisi gibi görünüyor.
Duygu ve düşünce birbirinden ayrı iki düzlem. Duygunun düzlemi düşünce düzleminin aksine rastgele, tutarlılık kaygısı gütmeyen, sadece var olan, sebep-sonuç ilişkisi ile ilgilenmeyen ya da bu ilişkiye hiç sahip olmayan garip bir düzlem. Bu düzlemi en iyi rüya ile örneklendirebilirim. Rüyaları hatırlamak pek kolay değil ama hatırladığım birkaç tanesini düşünüyorum. Çocukken gördüğüm bir rüya. Bizim sokağın ilerisindeki dik bir yokuştan yuvarlanarak iniyorum. Her gece. Her seferinde yukarıdan beni aşağı iten bir şey var. Bazı yuvarlanışlarımda tuhaf yaratıklar sağdan soldan beni korkutuyorlar. Yokuşun sonunda bazen iyi bazen kötü bir şey beni bekliyor ama her seferinde yokuşun sonuna varamadan ter içinde uyanıyorum. Bu rüya birçok anlama geliyor olabilir ya da hiçbir anlama gelmiyor olabilir. Uyandıktan sonra anlam yüklemek kolay. Oysa rüya sırasında anlamsızlıklar dünyasında birbirinden kopuk olaylar arka arkaya gelişirken bunları düşünmüyorum. Rüya sırasında zaten hiç düşünemiyorum, sadece bir şeyler oluyor.
Dikkatimi şu çekiyor. Duygu düzlemi tüm tutarsızlığı, dengesizliği, kararsızlığına rağmen imgelerini gerçek hayattan alıyor. Gerçekle bir bağı olduğu buradan belli, gerçeklikten pay almadan var olamıyor. Var olması için hatırlamam gerekiyor. Hatırlamam için rüyadan uyandığımda “Ben az önce ne gördüm?” sorusuna cevap vermeye ihtiyaç duyuyorum. Bu da gördüklerimin gerçekle ve düşüncelerimle bir bağı olmasını gerektiriyor. Belki sadece hatırladıklarım üzerinden yorum yapabildiğim için böyle düşünüyorumdur ama konu da bu zaten. Hatırlamadıklarım benim için mecburen yok hükmünde. Duygu düzlemi ile düşünce düzlemi arasındaki bu zorunlu bağ, korkunun geleceğimi şekillendirirken kullandığı bağ diye düşünüyorum.
Yalnızca duygulardan oluşan bir canlı olmadığımdan rasyonel yönüm devreye girmek için her zaman yedek kulübesinde. Aklım korkunun esiri olarak da olsa, hatırlamak için mutlaka devreye giriyor. Bir anlamda düşünceyi oyuna alan mecburen korkunun kendisi olmuş oluyor. O, var olmak için rasyonelliğime başvurmak zorunda. Bir kere devreye giren rasyonellik yavaş yavaş oyunu ele geçirecek. İlk etapta korkunun çizdiği sınırlarda var olacak ve onun emirlerini yerine getirecek ama o da en az korku kadar sinsi. Rasyonellik bir zorunluluk ve irrasyonelliğin tam merkezindeki duyguda belirecek, korkuda.
Bir travmanın nesilden nesile aktarılabilmesi, korkunun bir sonraki travmaya kadar var olabilmesinin tek yolu ve bunun için ona şüphesiz hatırda kalan tasarımlar gerekiyor. Yaşanmış bir travmanın ardından korkunun esiri olan aklım, onun emirleriyle bazı tasarımlar yapıyor. Hikayeler, türküler, danslar, oyunlar tasarlamaya başlıyorum. Taslak halindeki bu tasarımları çevremdeki insanlarla paylaşıyorum. Onlar da bu taslakların bazılarını kendi taslaklarıyla birleştirip daha da akılda kalıcı hale getiriyorlar. Dilden dile, kulaktan kulağa geçen bu tasarımlar kolektif bir çalışmayla olgunlaşıyor. Geçmişin yaşananları, korkunun esirindeki aklın elinde efsanelere dönüşüyor.
Bu efsanelerin temel vaadi bize yol gösterecek ve geleceğin karanlığını aydınlatacak olmaları. Yemek bulabilelim, kışın aç kalmayalım, hastalanınca şifa bulabilelim. Duyguların güdümünde yazılmış olsalar da düşünce süzgecinden geçtiler ve kalbin yanında beyine de hitap ediyorlar. İrrasyonellikten de doğsa, ortada rasyonel bir talep var. Geleceğim korku dolu değil umut dolu olsun. Bu umudu beslemeyen bir türküyü kim neden söylesin? Bu efsaneler bizim uydurmamız da olsa, yüksek bir gerçekliğin bizim üzerimizden vücut buluşu da olsa, nihayetinde onları dillendiren, nesilden nesile taşıyan, kulaktan kulağa değiştiren, dönüştüren bizleriz.
İşte düşüncelerim, çıkış kapısını duygularımın içinden böyle aralıyor. Düşüncenin doğuşunu ve dolayısıyla düşüncenin kendisini daha iyi anlamak için efsaneleri incelemeye bu nedenle karar veriyorum.
Kader
Geleceği bilemeyecek olsam da belirli olmasının rahatlatıcı bir yanı var. En azından eskiden böyle düşünürdüm. Bu durum belki bir gün benim de bilebileceğim umudunu aşılıyor sanırım. Hiç olmadı, birilerinin bilmesi içimi rahatlatmaya aday bir düşünce olsa gerek.
Kaderin yazmakla yazılmakla ilişkisi çok güçlü. “Yazgımız neyse o”, “alın yazısı” gibi ifadelerden hareket edince, kader yazılan bir şey gibi görünüyor. Her eylemin bir eyleyeni de mutlaka olacağından, efsane gereği kaderi de yazan biri ya da bir şey mutlaka var olmalı. Faili malum, tanrı ya da tanrısal bir varlık. Ben o grupta değilim, orası da malum. Yazan değil de yazılan gruptaysam ben yazgılı bir varlık oluyorum.
Bu yazgılı olma fikri bana iyi gelmiyor, geleceğin bu denli belirlenmiş olmasının bir şeyleri değiştirebileceğime dair inancım ile çelişmesini hiç sevmiyorum. Her şey belirlenmiş ama biz bir türlü bilemiyoruz ve olacaklar olmak zorunda, yapılabilecek hiçbir şey yok… Korku, çok sinsisin. Kader, korkunun işi, bariz. Ama senden sinsisi de var. Kaderin içine çözeyim diye bir bulmaca gizlenmiş beni çağırıyor.
Bir şeyin ne olacağı belli ise ve onu bilen bir varlık var diyorsan, o zaman bu bilinebilir bir şeydir, dolayısıyla ben de bilebilirim diye düşünmeden edemiyorum. Bilemeyeceksem, belirlenmiş olup olmaması beni niye ilgilendirsin ki? Ya ben de bilebilirim ya da belirlenmiş olması beni ilgilendirmez. Kaderin ima ettiği bu bilebilme umudu biliyorum ki korkunun da işine gelen bir havuç, çünkü efsaneye olan ilgimi kaybedersem onunla beraber korku da yok olacak.
Bilemeyecek olsam dahi zamanımı olan bitene yakacağım ağıtlarla geçireceğime, bilmeye çalışarak geçirmiş olurum diye düşünüyorum. Dolayısıyla bunu bir davet olarak görüyorum. Ve davete icabet adettendir.
Peygamber
Efsane, tanım gereği büyük bir şey. Biraz yüksekten uçmadan efsaneleri incelemek mümkün olmaz diye düşünüyorum. Kader mi daha yüksekte, peygamberlik mi bilmiyorum ama bu konuya girince içimdeki korkuyu biraz daha fazla hissediyorum. Her yerinde narin ve değerli kristal vazolar olan bir odanın tozunu almaya girmişim gibi geliyor. İnsan odanın kapısını bile yavaş açıyor korkudan.
Ben kavramından bahsettiğimde bile çekinirken, kendisini görmek nasıl bir duygu olurdu acaba. Duygu olumlu ya da olumsuz olsa da büyük olacağı kesin. Benim peygamberimse zaten kendimden geçerdim herhalde. Benim değilse de hınç, öfke, nefret hissederdim. Belki gizli bir hayranlık ya da muhtemelen hepsi bir arada olurdu. Öyle ya da böyle büyük bir duygulanma halinde olurdum gibi geliyor.
Peki peygamber olmak nasıl bir şey? Bir insan nasıl peygamber olur? Bunu bilmek mümkün değil, hayal etmek de biraz tuhaf. Geriye akıl yürütmek kalıyor.
Peygamber bir lider olmalı. Hiç değilse hitap ettiği bir topluluk ya da en azından bir dinleyeni mutlaka olmalı. Yoksa kendi kendine tanrıdan mesaj alıp bunu kimseyle paylaşmayan birinden kimene, öyle değil mi. Dolayısıyla henüz lider olmasa da, lider olabilecek biri olmalı diye düşünüyorum. Diğer yandan onu liderden ayıran özelliği ise peygamberin tanrı ile bir şekilde iletişim halinde olması, yani tanrının mesajını getirmesi.
Ne kadar ilginç. Bugün tarihin bir döneminde gerçekleşmiş bir olgu olarak bunu kabul edebiliyoruz ya da kabul edilmesini kolaylıkla tolere edebiliyoruz ama biri çıkıp ben peygamberim dese bunu kimse ciddiye almayacaktır. Ciddiye almak derken, bu bir hakaret olarak bile algılanmaz. Büyük ihtimalle bunu iddia edene deli gözüyle bakılır ve hastaneye sevk edilirdi ya da zararsız diye kendi haline bırakılırdı. Oysa tarih öyle demiyor. Peygamberleri peygamber olarak kabul etmiş insanlar, onları inananı inanmayanı da ciddiye almış.
Kurban hikayesini anımsıyorum. Genelde tanrıya adanmışlığın ve sonsuz güvenin örneği olarak bilinir ama bana bu hikaye sadece onu anlatıyor gibi gelmiyor. Biri var, rüya görüp çocuğunu kurban etmesi gerektiği mesajı alıyor. Tam yapacakken artık çocuğunu kurban etmek zorunda değil diye bir mesaj daha alıyor. Çocuk yerine de bir koç kesiliyor.
Bu hikayeyi ne kadar süslersem süsleyeyim, tek başına binlerce yıla meydan okuyacak bir hikaye gibi durmuyor ama gerçek şu ki bugün hikayeyi hala biliyoruz. Bu olayın dönemin toplumu üzerinde hiçbir etkisi olmasa bunu kim neden konuşsun ve nesiller boyu anlatsın. Olay gerçekte her nasıl geliştiyse gelişsin, döneminde herkes için bir müjde olarak algılanmış olmalı. Dönemin insanı belli ki eskimiş ve amacını aşmış kuralların baskısı altında, bir korku yönetiminin esiri. Bir peygamber, tanrıyla konuşuyor ve çıkmaza girmiş bir toplumu yapmak istemediği şeylerden azad ediyor. O dönemde yaşıyor olsaydım ben bunu harika bir an olarak hatırlardım. Toplum için inanılmaz bir özgüven yüklemesi ve bir rahatlama.
Şüphesiz her rahatlama beraberinde hataları da getiriyor. Toplum yeniden yolunu kaybedecek ve tüm uyarılara rağmen yanlışa sürüklenecek. Ah şu toplum, hep yanlışlara sapıyor. Yeni peygamber geliyor ve tam rayına oturuyor derken yine birileri yoldan çıkmayı başarabiliyor. Yüzlerce peygamber gelmiş, yine de insanlık yolda kalamamış. Keşke hep bir peygamber olsa da hiç yoldan çıkmasak.
Korkunun yaptırdığı tasarımlarda belirgin bir özellik bu, önerilen düzenin olamayacak şeylerin gerçekleşmesine bağlı olması. Peygamber her zaman gelirse kraldan padişahtan farkı kalmaz ama peygamber hiç gelmezse de toplum çıkmazdan kurtulamaz. Bu düzende toplum, bir noktada kurtarılmaya ihtiyaç duyacağı bir düşüş yaşamak zorunda. Böylece korkunun efsanesi devam edecek, biz de hep ona muhtaç olacağız.
Bir şey daha dikkatimi çekiyor. Birinin liderliğini kabul etmek için onun tanrıdan mesaj getirecek seviyede olmasını beklemek ironik bir şekilde kibirli bir tutum. “Ben öyle herkesi dinlemem! Bana peygamber getirin ancak onu dinlerim!” der gibi bir halimiz var.
Son Peygamber
Peygamberlik ancak sürekli bir peygamber olursa işe yarıyor. Eğer bir peygamber gelir de bu düzeni bozarsa, o zaman peygamberlik efsanesi bitecektir. Bu da korkunun efsanelerinden en güzelini kaybetmesi demektir. Bir toplum düşünün ki böyle bir peygambere ihtiyaç duymuyor, kendi sorunlarını kendisi çözebiliyor. Bu toplum neden tanrıdan yeni mesaj beklesin ki, zaten alınacak mesajı almış gibi görünüyor.
Mesih
İsa geri dönecek ve bize yardım edecek.
Mahşer
Kıyamet kopacak, sonunda yargılanacağız. Ya cennete, ya cehenneme gideceğiz.
… Her şey belirlenmiş adeta. Bu belirlenim hali en küçük detaydan en büyüğüne kadar yayılmış durumda. Belirlenimli bir hayat. İç rahatlatıcı bir fikir. Bu fikri kim yarattıysa ona teşekkür etmekten başka yapacak bir şey yok. Gönlümüze su serpti, çocukken bizi korudu. Eğer bu olmasaydı, korkularımızla hareket etmekten önümüzü göremeyecektik. Efsanelerimiz geleceğimize bir ışık tuttu. Gerçek olmasa da hikayelerle bizi büyüttü. …
… Tanrı, peygamber, lider, anne-baba, öğretmen-hoca. Bunların hepsi birey ve toplum için oluşturulmuş, bizi bilinmezden koruyan birer ebeveyn tasarımı. Yepyeni tek seferlik deneyimler ile her karşılaştığımızda, bu tasarımlara başvuruyor ve rotamızı yeniden düzenliyoruz. Yetişkin de olsak, kafamızdaki annemiz, babamız bizimle konuşmaya devam eder. Onların ruhu her zaman bizimledir. Birer tasarım kalıbı olarak kayıtlıdırlar, ayakta durmamızı sağlarlar. Ebeveynlik önce fiilen vardır, sonra fikren devam eder. Benliğimiz geçmişten gelen tasarımları yeniden ve yeniden düzenler. Artık bize yol gösteren annemiz mi, babamız mı, öğretmenimiz mi, peygamberimiz mi, tanrımız mı çok da anlayamayız. Benliğimize işlemiştir. Yetişkin olarak geleceği karşılarız. …
… Tasarım kalıplarının bir akıldan diğerine olduğu gibi aktarılamayacağı. Aktarılıyorsa da bunun her zaman hatalı olacağını söylemeliyim. Bir beyine diğerine bilgi ışınlayabilseydik bile bu o beyine uyar mıydı, aynı anlama gelir miydi emin değilim. Birey kendi hayatı biricik olsa da tüm tasarımlarını sıfırdan üretemez. Bir şekilde ortak bir dil kurulduğunda, bu dil üzerinden aynı değilse de benzer bilgilerin birinden diğerine aktarılması, tabi bir hata payıyla, mümkün duruyor. En azından aktarıldığını varsaymak bizi çok fazla yanıltmıyor. Aktarımın mümkün olması, benzer durumlarla karşılaşmış atalarımızın yolundan dümdüz gitmek fikrini besliyor. Biz atalarımızı anlayamadıysak, anlayan ve yanımızda olan yaşayan birilerine bu mücadeleyi devredebiliyoruz. Devreden akla, hiyerarşik akıl diyorum. İmam ne derse onu yapıyoruz. Ya da hoca ne derse onu takip ediyoruz. Buna annemiz ve babamızın kurallarına ve yoluna uyum sağlamış olan çocukluk yıllarımız imkan tanıyor. Hayat boyu karşımıza çıkan belirsizliklere karşın ne yapacağımızı delege edebiliyoruz. Bazen de kararlarımızı kişiye değil, bir kuruma ya da sisteme bırakıyoruz. Hastalanınca doktora danışıyoruz ya da burçlarımıza göre fallara bakıyoruz, hocaya gidebiliyoruz. Doğru ya da yanlış olduğunu düşünmemiz bir yana, bunların bizi rahatlatan bir yanı var. Bizim çocuk kalmamızı sağlayan, rahatlatan bir yan bu. …
… Diğer yandan bazılarımız için bu delegasyon hiç doğru değil. Doktor da olsa, kim olursa olsun, bazısı anlamak ister. Baştan keşfetmek zorun değildir bunlar, ama anlamak isterler. Bunlar da demokratik akıldır. Mesele kararı kimin verdiği meselesi. Ben mi vermeliyim, benim adıma daha iyi bildiğini varsaydığım bir başkası mı. Bazısı için kendi kararını vermek zor, bazısı için de kararı devretmek zor. …
… Geleceğin belirsizliğini ne dersek diyelim yalnız karşılıyoruz. Mahşer günü sırat köprüsünden bile tek tek geçiyoruz. Tüm kararlarımızdan bizim sorumlu olduğumuzu, ve yalnızca bizim sorumlu olduğumuzu, düşündüğümde, demokratik aklın çatışma, tartışma, taviz barındırsa da daha doğru olduğuna kanaat getiriyorum. Atalarımın, hocalarımın tasarımlarını olduğu gibi kullanmam için onları önce anlamam, ve zihnimde tekrar inşa etmem gerekiyor. Bunun için hiyerarşik, kabul ve biat eden değil, demokratik, tartışan ve eleyen akla ihtiyacım var. …
- Korku hiyerarşik aklın, güven demokratik aklın duygusudur
- Mitler bizi aynı zamanda aydınlanmaya ve demokratik akla devam eder
- Korku yerine güven duygusu ile geleceği karşılayabiliriz
- Bu güven (trust değil, confidence), gelecekte olacak şeyleri
etkileyebileceğimize olan inancımızdır (Joe)
- İnanç üzerinden sonraki chapter’a bağlayalım ve kapatalım
> İleri: Gelecek Hayali >
< Geri: Depremi Bilseydik <
^ Yukarı: Tasarım Meselesi ^