Depremi Bilseydik
Geleceğe ışık tutmak ne demektir? Gelecek, gelene kadar bilinemeyen bir şey ise ona ışık tutmak mümkün müdür? Onu berrak bir şekilde hayal etmek istemek açıkça çelişkili bir istek ama yine de bu isteğimden vazgeçemiyorum. Neden? Sanki eksik bir şey var ve onu elde etmek istiyor gibiyim. Oysa bir şeyin eksikliğini hissetmem için önce onun varlığını deneyimlemiş olmam gerekir. Tıpkı bir konserde bas sesini ancak sustuğunda fark etmek gibi. Ya da ilk kez üşüyene kadar ısınma ihtiyacını hiç duymamak gibi.
Çelişkileri sevmem. Bir noktada düğümü çözmek, rahatlatmak isterim. Bu çelişkiden de aynı nedenle kurtulmak istiyorum ve kurtulmak için tek yol eksiklik duygusunu ortadan kaldırmak gibi geliyor. Geçmişimi tamamen silmeyi deneyeyim. Böylece geçmişimle beraber eksiklik hissimi de silerim diye tahmin ediyorum. Geleceğe tutmak istediğim ışığın hayali de dahil olmak üzere tüm hafızam silindiğinde, geçmişimin yanında gelecek fikrim de ortadan kalkacak ve sorun çözülecek. Peki ya yeni anılarla beraber yeni eksiklik hisleri oluşursa? Bunu da engellemem gerekiyor. O halde duyularımı da kapatayım, böylece yeni bir hafıza inşa edememiş olurum. Hafızasız, duyusuz hale gelen benliğim asla hatırlayamayacağı anlarla umursamadığı geleceğe doğru yol alır. Geleceği merak edemez hale gelirim ve geçmişimle beraber benliğim, dolayısıyla ben yok olurum.
Daha önce hiç yok olmuş muydum? Uyku halini yokluğa benzetebilirim. Ya da geçirdiğim ameliyatları düşünüyorum, onlar yokluğa daha çok benziyorlar. Hayatımın o kesiti karanlık bile değil, hiç yok! Ancak bunlar yokluğun kendisinden ziyade, yok olmuşluğu öncesi ve sonrasıyla anlayabildiğim birer deneyimler. Yokluğun kendisini doğrudan hatırlayamıyorum. Öyle olsaydı bu durum zaten kendi içinde tutarsız olurdu ve “hatırladığım bir şey olduğuna göre yok değilmişim” derdim. Örneğin uyku hali için; rüyalar, yarı uyanıklıklar ve uyanınca uykuda geçen zamanı hissetmek, o deneyimi mutlak yokluktan uzaklaştırıyor. Sanki yokluk hatırlanabilecek bir şey değil de üstüne düşünülebilecek bir şey. Madem ki yokluğu hatırlayarak değil düşünerek anlayabiliyorum; o halde en başa, doğduğum ve öncesinde gerçekten de var olmadığım zamana döneyim. Gelecek merakımı, geçmişimden hareketle kurduğum düşüncelerimle anlayayım.
Bebekliğimi anne ile babamdan ve fotoğraflardan öğreniyorum. Doğrudan bilemediğim için bu dolaylı bir öğrenme oluyor. Sanki bebekliğim, benliğimin içine dolacağı boş bir kap gibi. Şekli belli ve ben içine zamanla doluyorum. Benlikten yoksun bu beden, duyuları dahil hiçbir şeyi kullanmayı bilmiyor. Doğrudan hatırladığım ilk hatıram üç yaşımdan öncesi değil. Belki biraz öncesidir, pek hatırlamıyorum. Hatıra bile denemez, yalnızca birkaç kare. Ne anlama geldiklerini bugün düşündüğümde belki biraz tasvir edebilirim ama o zaman o kareleri gören gözlerim bunları hafızama nasıl kazıdı hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim birkaç kare.
Bir bebeğin ateşten korkmaması ve elini ateşin içine bir şey olmayacakmış gibi uzatması yanma hissine dair bir hafızasının olmaması ile ilgili olsa gerek. Sonuçta sadece geçmişte yaşadıklarının izlerinden oluşan hafızası var. Sıcağı daha önce deneyimlemiştir ve yine deneyimliyordur ama yanma gibi yepyeni bir deneyim henüz edinmemiştir. Eli de bir anda yanmıyor zaten; önce biraz sıcaklık hissediyor, sonra daha fazla. En sonunda yanıyor. Bebek “Yandım!” diyemiyor belki ama yanmayı bilfiil deneyimliyor. Elini yanma halinden yanmama haline geçirecek rastgele bir seri hareket yapıyor. Çekiyor, itiyor ve bir şekilde eski duruma geri dönüyor. Sonra ağlıyor.
Artık hafızasında yanmak ve yanmamak diye önceden var olmayan bir fark var. Sanki yokluk yarıldı ve yanma ile yanmama diye iki şey oluştu. Bebek için bu kelimeler henüz yok belki ama imgesinin taptaze olduğu kesin. O, artık elinin yanmayacağı bir gelecek istiyor. İşte bu gelecek hayali geçmişteki yanma hatırasının üzerine kurulmuş görünüyor. Artık ışıklı bir şey görüp elini ona yaklaştırdığında elinde artan bir sıcaklık hissederse, ne yapacağını daha iyi biliyor; önlemini alacak ve elini hızlıca geri çekecek.
İnsan böyle bir deneyime kadar kendi halinin sarsılmaz bir zeminde olduğunu varsayıyor. Soluduğumuz hava veya yerçekiminden tutun, içine doğduğumuz aile ve evimizdeki imkanlara kadar onları değişmez varlıklar olarak algılıyoruz. Onların varlığını ancak yoklukları (ya da varlıklarında olan ani değişimler) ile hissedebiliyoruz. Deneyimler, elin yanmama halinden yanma haline gittiğinde olduğu gibi, iyiden kötüye doğru yönlenmek zorunda değil. Pekala kötüden iyiye doğru giden deneyimlerimiz de var. Örneğin; açlıktan tokluğa gitmek, annenin yanında bir de babayı keşfetmek, tek başına iken bir kardeşin doğması veya arkadaş edinmemiz gibi.
Geçmişi düşündüğümde iyi ya da kötü çok sayıda anıya sahip olduğumu görüyorum. Her anının her detayını hatırlamam ise imkansız. Anılarla ilişkili net kareler birer imge olarak varlar ama kopuk kopuk, neredeyse rüya gibi. Onları birbirine bağlayan detaylar zamanla (ve hızla) kayboluyorlar. İzleri üzerimde ve ben farkında olmadan davranışlarımı biçimlendiriyorlar. Unuttuğum detayları davranışlarımı gözlemleyerek yeniden oluşturabiliyorum. Hafızamdaki anılar birer tarihi eser gibi. Eskiyen ya da bozulan parçalarını tarihi eserin geneline ve benzer diğer tarihi eserlere bakarak bulduğum aslına uygun yenileri ile değiştiriyorum. Anılarımı ancak bu şekilde hafızamda tutabiliyorum. İmgeler ve onları birbirine bağlayan (ve yer yer aslına uygun kurgulanmış) detaylar.
Bir yaştan sonra o kadar çok anı birikiyor ki; değil detaylarını, o net imgelerini bile hafızamda tutmam mümkün olmuyor. Bir sınıflandırma ile benzer anıları yan yana koyuyor, bu kez aralarında kronolojik değil niteliksel ilişki kuruyorum. Örneğin canımı yakan şeyler ister üç ister onüç yaşımda olsun, yan yana duruyorlar. Bu sınıflandırma öyle tek boyutlu da değil. Aynı anının üzerine yapıştırılmış birden fazla etiket olabiliyor. Bir süre sonra hangi etiketleri kullandığımı ayrı yerlere yazarak gruplayıp, onları da etiketlemeye başlıyorum. Sonra etiket gruplarına yapıştırdığım etiketleri de grupluyorum. Koca bir yığın. Şu an gerçek anıların sayısı mı çok, etiketlerin sayısı mı, emin değilim. Önemli değil. Etiketlemeye devam.
Bu etiketler birer tasarım görevi görüyorlar. Yeni olaylar yaşadığımda davranışlarımı bu hazır tasarımları kullanarak belirliyorum. Her duruma özel olarak davranış şekillendirmem pek mümkün görünmüyor. Hayat karşıma yeni bir durum getirdiğinde, hazır tasarımlarımı hafızamda tarıyorum. Benzer durumlarda beni iyiye götürenleri seçip uyguluyorum. Aldığım sonuca göre hala iyi olanları saklayıp, olmayanlardan vazgeçiyorum. Böylece geçmişimin geleceğime ışık tutmasına izin veriyorum. Benliğim, geçmişimin izleri ile geleceğimin olasılıklarının tam ortasında yükseliyor. Bedenim benliğimle doldu ve artık varım. Geleceğim ise aydınlık.
Deneyimlerim yalnızca tekrarlanan olaylardan ibaret olamaz. Öyle olsaydı hiçbir deneyimim olamamış olurdu çünkü ilk deneyim daha önce benzeri olan yeni bir deneyim değildir, yepyenidir. Hayatın içindeki çeşitliliğe bakarsam yepyenilik ilk deneyime özel bir şey gibi görünmüyor. Demek ki tekrar eden yeni deneyimler ile beraber, ilk defa gelen yepyeni deneyimler de her zaman olacak. Mesela üniversite yıllarım önceki lise ya da ortaokul yıllarım gibi geçmiyor. Sıraları sıra gibi değil, hocaları hoca gibi değil. Her şeyiyle farklı. Bir açıdan da sonuçta ders alıyoruz ve sınava giriyoruz, dolayısıyla tanıdık. Yani yeni etiket yazdığım oluyor ama mevcut etiketleri de kullanıyorum. Bir süre sonra adapte olup üniversiteye de alışabiliyorum.
Peki ya bir deneyim hem yepyeni hem de tek seferlik olursa? Daha önce böyle bir şey olduğundan emin değilim. Yepyeni ve tek seferlik olan deneyimleri hatırlamak zor. O zaman yepyeni ve tek seferlik deneyim fikri nereden çıktı? Güneş! Güneş, hem yepyeni hem de tek seferlik olabilir diye düşünüyorum. Kendi başına bir şey ve ikincisi yok, dolayısıyla yepyeni. Kendisinin gidip yenisinin gelmesi de pek mümkün görünmüyor, dolayısıyla tek seferlik. Fikren bu doğru olsa bile deneyim olarak hiç öyle görünmüyor. Dünya için yepyeni ve tek seferlik olabilir belki ama benim için her gün doğup batan tekrar eden bir deneyim. Benim için her gün yeni bir güneş var, yepyeni bir Güneş yok. Güneş’i Dünya’nın algıladığı gibi algılayamıyorum.
Anneannemin ölümünü hatırladım. Yepyeni ve tek seferlik. İlk defa anneannem ölmüştü, dolayısıyla yepyeni. O tekrar ölemezdi, dolayısıyla tek seferlik. Özenle tasniflediğim hafızamı taradım, davranış kalıplarını tek tek denedim. Hiçbiri bu duruma uygun değildi. Ne yapacağımı bilemediğim bir durumdaydım. Elini fark etmeden yakan bebek gibi oturdum, ağladım.
Böyle bir kayıp için hazırlıklı olabilir miydim? Hiç kayıp yaşamamış biri buna hazırlanabilir mi? Peki sevdiğim biricik insanları kaybettiğimde bunlar öncekilerin tekrarı mı olacaklar? Sanmıyorum. Nasıl başa çıkacağım?
Şüphesiz konu yalnızca kayıplar değil. Kazanımlar, başarılar, kavuşmalar, ayrılıklar, üzüntüler, sevinçler. Benliğim bu yepyeni tek seferlik deneyimlere hazırlanmanın yollarını bulmakta zorlanıyor. Mevcut tüm tasarımlarım yalnızca az bir sapmayla geçmişin tekrarı olan bir geleceği karşılamaya yetiyor. Yıllar geçtikçe, kendi içinde tutarlı bir hafıza tasnifi imkansızlaşıyor. Hafızam genişledikçe daha fazla etiket gerekiyor. Bu da deneyimler arasında daha hassas ayrımlara sebep oluyor. Benliğim daha yüksek çözünürlüklere geçiyor. Çözünürlük arttıkça bu kez de deneyimlerin hepsi yepyeni tek seferlik gibi görünmeye başlıyor. Beklenen ve tanıdık bir gelecek fikri gençlikle birlikte geçmişte kalıyor. Gelecek tamamen belirsiz, öngörülemez, tahmin edilemez, tasarlanamaz.
Artık bir yanda geleceğin kaçınılmaz belirsizliği duruyor. Diğer yanda ise geçmişten gelen belirli ve güvenli bir gelecek düşüncesi. Bu bir çelişki ve bu çelişki içime korku salıyor. Sıkışmış hissediyorum. Gelecek korkusundan kurtulmak için bildiğim tek fikir ise hala ona ışık tutmak. Geleceğe ışık tutmak ne demektir? Gelecek, gelene kadar bilinemeyen bir şey ise ona ışık tutmak mümkün müdür?
Küçüklükte bu kadar kolayca yapılan bir şeyin yetişkinlikte nasıl olup da bu kadar zorlaşabildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. O kolaylığı, deneyimsizliğin getirdiği ve bugün yersiz olduğunu gördüğüm özgüven ile açıklayıp geçmek istemiyorum. Çünkü deneyimsizlik geleceğimi kolaylaştırıyor olsaydı, bu, geleceğimin kolaylaştırılabilen bir şey olduğu anlamına gelirdi. Eğer öyleyse geçmişimi silmeden de geleceğimi kolaylaştırabiliyor olmam gerekirdi. Oysa yok olmadan bunun mümkün olmadığını biliyorum, gelecek ise her zaman ve zorunlu olarak sisli bir hava gibi belirsiz. O halde küçükken o sisin üstüne bir gelecek yansıtmış ve ona doğru deli gibi koşmuş olmalıyım. Gerçek olup olmadığını bilmeden, olacağını umarak.
Artık geleceğe ışık tuttuğumda ortaya çıkan şeyin yalnızca belirsizliğin kendisi olduğunu görüyorum. Bunu kabul etmek küçükler için zor olduğundan olsa gerek, büyükler küçükleri bakınca gelecekte bir şeyler görülebildiğine inandırıyor olmalı. Bulutlara baktığımda nasıl olmayan şekiller görüyorsam, o sisin üstüne tuttuğum ışık da varsayımsal ve uydurma bir gelecek görmemi sağlamış.
Öyle ya da böyle, hayatı karşılamamı sağlayan bir benlik geliştirmiş oldum. Bu benliği ise mecburen her zaman geçmişe bakarak tasarladım. Daha iyi bir yol bulana kadar da bunu yapmaya devam edeceğim. Tek fark ile, artık temkinli adımlarla bir ayağım geçmişte dururken bir ayağım geleceği yoklayarak sağlam zemin arayacak. Geleceğe dair inançlarımın kapsamını daraltacağım ve onların gerçekleşip bilgiye dönüşmesini bekleyeceğim. Sisin içine korkusuzca koşacak delikanlılık yılları çoktan geçti. Her deneyimin yepyeni ve tek seferlik olduğunu varsayıp, geçmişe bakarak tasarladığım benliğimle adım adım geleceğe yürüyeceğim.
Bu yolculuk elbette yalnız yürüdüğüm bir yolculuk değil. Büyüklerim, yaşıtlarım ve küçüklerim ile içiçe bir hayat yaşıyorum. Birimizin yaptığı diğerinin geleceğini etkiliyor. Benliğim yaşadıklarım üzerinden şekillense de kendi başına ve bağımsız bir varlık değilim. İçinde bulunduğum ailemden ve çevremden kopuk bir şekilde benliğimi kuramazdım. Onlardan ayrıyım ama bağımsız değilim. Bu bağlantının ailem ve çevrem ile sınırlı olduğunu söylersem yine yanılırım. Belli ki bir toplumun da bir parçasıyım. Uyduğumu da düşünsem, uymadığımı da düşünsem onun bir parçasıyım. Toplumum olmadan ne elimi sokacak bir ateş olabilirdi, ne de kıyaslayacak bir üniversite ile bir lise. Benliğimi kurabilmem için aileme, çevreme ve toplumuma ihtiyaç duyuyorum. Aynı şekilde toplum da benim gibi insanlardan oluşması itibariyle benliğime ihtiyaç duyuyor. Birey ile toplumu tanım olarak ayırmak kolay ama varlık olarak ayırmak pek mümkün görünmüyor.
Parçası olduğum toplumla ilişkimi düşünüyorum. Onunla nasıl iletişim kurduğumu, hatta kurup kuramadığımı düşünmek çekici geliyor. Örneğin, benim hafızamın toplumun hafızasına ne gibi bir katkısı olabilir? Toplum da benim gibi hafızasız olduğunda geçmişsiz, geleceksiz olur mu? “Toplum hatırlar mı ya da unutur mu?” gibi sorularımın çıkış noktası birer benzetmeden ileri gidemez. Yine de parçası olduğum toplumu anlamak için kendimin dışına çıkıyormuş gibi yapmak istiyorum. Bedendışı bir deneyim yaşamak üzere gözlerimi kapatıyorum, içinde yaşadığım aileme, mahalleme, kültürüme ve tüm toplumuma doğru genişliyor, büyüyorum.
Sadece ben değil, toplum da var olmak için bir benliğe ihtiyaç duyuyor gibi görünüyor. Benliğin anılar ve etiketlerinden oluşan bir hafıza ile geçmişe bakılarak tasarlandığını düşünürsek, içinde büyüdüğüm toplum da kendisini tarihine göre sürekli yeniden tasarlıyor olmalı, artık bu her ne demekse. Toplumun elini yakması ve sonra ağlaması ne anlama gelirdi acaba? Toplumun büyümesi, bilinçlenmesi, gelişmesi. Hepsini kendimden hareket ederek anlıyor gibiyim. Anlamıyorum ama anlıyor gibi yapıyorum.
Toplumun duyu organları, eli ve kolu var mıdır? Bunu hayal etmek çok güç. Uzuvları var diyebiliyorum ama eli ve ayağı var demek zor geliyor. Yani bir anlamda benziyoruz ama bir anlamda da hiç benzemiyoruz. Toplumun davranış kalıpları olur mu? Bir toplum için deneyim ne demektir?
Deprem toplumsal deneyime bir örnek teşkil edebilir. Bireysel olarak deneyimlemenin yanında sanki toplumsal olarak da deneyimleniyor. Toplumun deprem ve benzeri felaketlere karşı güçlü bir hafıza geliştirdiğini tahmin ediyorum. Kıyamet ile deprem arasında bir bağ var gibi görünüyor. Toplum bir depremi yaşadığında onu kıyamet teması ile kavramsallaştırıyor ve efsaneler halinde nesiller boyu benliklerimize işliyor. Depremlerden hareketle adeta kıyameti tasarlıyor. Ne zaman geleceği bilinmeyen, bir gün geleceğine inanılan, geçmişten mülhem bir gelecek tasarımı.
Tıpkı yanan elin hatırasından oluşan davranış kalıbı gibi, depremden doğan bu tasarım da temeline yaşadığı travmanın bıraktığı korkuyu alıyor. Hayatta kalmak için bir canlının başvurması çok muhtemel bir duygu, korku. En ilkel canlıdan en karmaşığına kadar tüm canlılarda gözlemleyebileceğimiz bu duygu, toplumumun da yaşadığı bir duygu gibi görünüyor. Gelecekte yaşadığı acının tekrar etmemesi için korkuya dayalı ve kendisi gibi dev, kıyamet adında bir efsane tasarlayabiliyor.
Bilinmezi karşılarken işe yarar tek duygunun korku olmadığını kendi benliğimden biliyorum. Kapsamı daraltılmış ve bilgiye gebe olan inançlarımın korku yerine bana güven vermesini sağlayabiliyorsam, toplumumun da bu dönüşümü yapabildiğini hayal etmekte özgürüm demektir. Geleceğe doğru temkinli adımlar atmak birey için olduğu kadar toplum için de mümkün olabilir. Bir sonraki depremin ne zaman olacağını bilmiyoruz ama geçmiş depremleri biliyoruz. Geçmiş bir depremden bir gün önce o depremin olacağını bilseydik toplum olarak ne yapabilirdik? Bir ay önce bilseydik? Veya gece gelen bir deprem için ne önlem alınabilirdi, gündüz gelen için ne alınabilirdi?
Her deneyim benim için olduğu gibi toplumum için de yepyeni ve tek seferlik. Gelecek tıpkı bana olduğu gibi toplumuma da belirsiz. Bu gerçeklikler dahilinde elimde olan tek şeyin geçmiş deneyimler ve onlarla ilgili ortaya attığım, mutlak olmayan, sürekli değişen tasarımlar olduğunu kabul etmek içimi rahatlatıyor. Korku dağılıyor, yerini güvene bırakıyor.
> İleri: Korku ve Güven >
^ Yukarı: Tasarım Meselesi ^