Ahlak
İyi hayat, gittikçe daha dürüst olduğun, koşullar ve dürtülerin bağlamında, düşüncelerini eylemlerine öncelediğin hayattır.
Gerçekliğimizi içsel ve dışsal olarak ikiye bölelim. Bunları da kontrol edilebilenler ve kontrol edilemeyenler olarak ikiye bölelim.
- Dışsal kontrol edilemeyenler: Koşullar (1)
- Dışsal kontrol edilebilenler: Eylemler
- İçsel kontrol edilebilenler: Düşünceler
- İçsel kontrol edilemeyenler: Dürtüler (2)
(1) Fiziksel bir canlı olmamız, doğduğumuz gezegen, coğrafya, kültür vb (2) Henüz duygu ya da benzeri bir şeye dönüşmemiş ham içsel tetikleyiciler
Eylemler ve düşüncelerde iradeden bahsedebiliriz, koşullar ve dürtülerde ise iradeden bahsedemeyiz. Tanım gereği ilk grubu kontrol edilebilen kılan, ikinci grubu edilemez kılan da bu. Koşulları ve dürtüleri zorunlu kaotik ve kendinde değişen gerçeklikler olarak kabul ediyorum.
İnsan, zorunlu olarak içinde bulunduğu gerçeklik dahilinde var olmaya çalışır. Bu varoluş, aynı anda hem manevi (ruhsal), hem de maddi (fiziksel) bir varoluştur. Çevre ile etkileşimimiz ise dıştan içe ve içten dışa olacak şekilde döngü halindedir.
- Koşullar bizde duyumlarımız aracılığıyla dürtüler oluşturur
- Biz bu dürtüler dolayımıyla eylemde bulunuruz
- Bu eylemler koşullarda bazı değişimlere sebep olur
- Ve bu böyle devam eder
Aynı döngü herhangi bir canlı için geçerlidir. İnsanı canlıdan ayrıştıran özelliği düşüncesidir, benzeştiren özelliği ise diğer canlılar gibi fiziki bir organizma olması yani doğup, büyüyüp, ölmesidir.
Ahlak sorusunu, insanı insan yapan bu özelliğin, yani düşüncenin (ya da iradenin) nereye konumlanacağına ilişkin bir soru olarak anlıyorum. Cevap olarak; düşüncenin eyleme en yakında duracak şekilde, en az çelişecek şekilde, dürtü ile eylem arasında konumlanmasını yani eylemi öncelemesini öneriyorum.
Düşünce için alternatif konum ise dürtü kaynaklı eylemlerin ardından konumlanmasıdır. Bunu “benim içimden bu geliyor, içimden gelen doğrudur, o yüzden böyle davranacağım” tavrı olarak örneklendirebilirim.
Bu tavırdaki ilk sorun dürtülerin koşullarla uygun eylem oluşturacağı varsayımıdır. Yani içimden toplum tarafından kabul görmüş dürtüler doğduğu sürece sorun yaşamayacağım. Oysa ne koşullar ne de dürtüler kontrol edilebilir değildirler. Geçici olarak, ve şans eseri, birbirlerine uyumlanmış olmaları, öyle olmaya devam edeceklerinin garantisini vermez. Örnek, et yeme arzusu bugün koşullara uygun olabilir, ama yarın ya kısıtlı kaynaklardan dolayı ya da toplumsal hassasiyetlerden ötürü uygun olmayabilir.
İkinci, ve daha büyük sorun ise, bu haliyle düşüncenin, bir eylem meşrulaştırma (rasyonalizasyon) mekanizması olmaya mahkum edilmesidir. Eylem düşünceden önce olduğundan, düşünceye sadece onu anlamlandırmak kalmıştır. Oysa düşünce aynı zamanda dürtüsel olmayan yegane içsel tetikleyicidir. Dürtüler durulduğunda, yani harekete geçirici olacak kadar yoğun olmadığında, düşüncenin de kendi harekete geçirici mekanizması vardır, buna da can sıkıntısı diyorum.
Düşüncenin eylem ile olan mesafesine ise dürüstlük diyorum. Bir insan, eylemlerine bakıldığında (buna beyanları da dahil) düşüncesine dair doğrudan bilgi verdiği ölçüde dürüsttür. Düşüncesi eylemini açıklayamadıkça, dolaylı açıkladıkça dürüst değildir.
Dürüst bir hayat insan için iyi bir hayattır. Her eylemimizde düşünceyi önceleyemesek de, dürüst olmak, yani en azından eylemimizin arkasından gelen düşüncenin (rasyonalizasyonun) gerçeklere yakın olması, inkar içinde olmamak bağlamında yine de önemlidir. Bu sayede kendimizle yüzleşmiş olur, düşünceyi eyleme öncelemek için motivasyonumuzu artırmış oluruz.
Eylemlerimizin koşullara uygun olması, düşüncelerin eylemlere uygun olması ve dürtülerin de düşüncelere uygun olmasını ideal bir hayat olarak tanımlıyorum. İki kontrol edilebileni (eylem ve düşünce) birbirine yaklaştırdığımızda, kontrol edilemeyenlerin (koşul ve dürtü) doğal olarak bunlardan uzaklaşma eğilimi olacaktır. Dolayısıyla ideal hayatı yaşayamayacağız. Eylemlerimiz düşünceye yakın olacak kaygısıyla koşullardan uzaklaşırsa (inkar), düşünce de eyleme yakın olacak kaygısıyla dürtülerden uzaklaşırsa (huzursuzluk), ideal hayattan da uzaklaşmış oluyoruz.
Koşullar ve dürtüler, düşünce ve eylemlerimizde belirleyiciler. Bunu da baştan kabul edelim ve düşüncemizi dürüstlüğü elden bırakmadan bu iki bağlamda tekrar tekrar şekillendirelim. Asla ideal hayatı yaşayamayacağımızı bilerek, ama her zaman onu arayarak.
Bizim amacımız hayatta arı düşünceyi maksimize edip fiziksel dolayımlarla değil düşünsel dolayımlarla kurduğumuz bir hayat yaşamak.
Kişide tamamen inkarla elde edilmiş bir düşünce-eylem yakınlığı var ise, yani koşul ve dürtülerden tamamen soyutlanmışsa, kişiyi delirmiş kabul ediyorum. Dürtüler ve koşullar rastgele ve bilinçsizdirler ve dolayısıyla kendilerini bize dayatırlar, düşünce-eylemlerimizi bunlara uyumlanacak şekilde revize etmek zorundayız.
Örneğin; kıvırcık saçlıysanız öylesinizdir, saçınız beyazladıysa beyazlamıştır ya da İstanbul’da doğduysanız ve büyüdüyseniz bu böyledir. Bu koşullara uygun olmayan, hatta bunları inkar eden, eylemlerde bulunursanız ahlaken zayıflar, nihayetinde delirirsiniz. Diğer bir deyiş ile, kişi kıvırcık saçlı olmasına rağmen düz saçlı gibi davranıyorsa, İstanbullu olmasında rağmen İzmirli gibi davranıyorsa, koşullarına uyumsuz eylemlerde bulunması itibariyle iyi bir hayata mesafe koymaktadır.
Dürtüler henüz duyguya (bkz. duygu) dönüşmediklerinden onlara isim vermeden önce onların ne olduğunu gözlemleme fırsatımız vardır. Yetişkin biri dürtülerini duygulara örtüştürmekte acele etmez, bir süre gözlemler. Bu kişiye hem dürtülerinin düşüncelerine olan mesafesini yakın tutabilmek için fırsat verir, hem de dürtünün düşünceyi atlatarak eylemi tetiklemesini engeller. Dürtülere karşı gösterilen bu sabır, dürtülerin koşullarla uyumsuz eylemlere davet ettiği çıkarımını yapmayı engeller. Bu konuda aceleci davranmak ise ya yanlış (koşullarla uyumsuz) eylemlere, ya da dürtülerin düşüncelere mesafeli olmasına (baskılanmasına) sebep olur. Oysa insanın dürtüleri asla zorunlu bir somut eylem isteyecek kadar net değildir. Aynı dürtü sizi spor yapmaya da götürebilir, kavga etmeye de, yemek yemeye de. Koşul ve dürtülerin düşünce-eyleme olan yakınlığı tesis edildiği an, kişi huzuru yakalamıştır. Kontrol edilemeyenlerde oluşacak yeni huzursuzluklar olana kadar kişi bu huzurunu korur. Huzur anında düşünce dürtülerle ilgilenmez, kendi ile ilgilenir. Kendi kendisi ile ilgilenen düşünce bir anlamda tanrısaldır, yani salt düşüncedir. Böyle anlar insanın tanrısallaştığı, diğer anlar ise insanın hayvanlaştığı anlardır. İnsan bu ikisi arasındaki dengede insandır, ne salt bilinçli ve düşünsel (tanrı) olabilir, ne de tamamen bilinçsizdir (hayvan).
Jung’un gölgesi ile karşılaştırılabilir